DÜNYAMA RENK KATANLAR

19 Mayıs 2010 Çarşamba

19 MAYIS - EBEDİ ÖNDER

Ünlü Alman şair ve yazar Johann Wolfgang von Goethe: “... Deha için gerekli ilk ve son şey, gerçeğe duyulan aşktır.” der. Bu şairin tanımlaması, hiç kuşkusuz, Atatürk’ü de kapsamına alır. Çünkü; Atatürk, deha sahibidir ve “Gerçek, ne kadar acı olursa olsun, olduğu gibi kabul edilmelidir.” diyecek kadar, gerçeğe tutkundur. 

Atatürk’ün gerçekçiliğinde en büyük etken, hiç kuşkusuz, bütün düşünce ve davranışlarına, her zaman, aklın, bilimin ve sağduyunun önder olmasıdır. Çünkü Atatürk’e göre; “Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” ve “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir.” Atatürk’ün sağduyusunu bir örnekle belirtmeyi tercih ederim. 



Atatürk Çağı’nın tanınmış yazarlarından Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinde şu öyküyü görüyoruz: 1920’lerin başlangıç yıllarında Atatürk, sık sık İzmir’e gitmektedir. Yine böyle bir gezi sırasında, İzmir’de Kordon Boyu’nda kendisine ayrılan evde, arkadaşları ile yaptığı fikir alışverişleriyle ünlü akşam sofrası düzenlenir. Sofra, yoldan geçenlerin görebileceği bir odadadır. Yoldan geçen halk, pek tabiî, ilgilenir ve merakla seyre başlar. Bunun üzerine Vali, perdelerin kapatılmasını emreder. Atatürk, bu duruma müdahale ederek şöyle der: “... Vali Bey, dışarıdaki halk, acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat; şimdi, kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdeleri açtırınız.”

Atatürk, bütün yaşamı boyunca, gerçeklere bağlı kalmış; onları, kafasının hayal ettiği veya gönlünün arzuladığı gibi değil, oldukları gibi görmüştür. Her şeyin yok olmuş gibi göründüğü bir dönemde, I. Dünya Savaşı’nı hemen izleyen o çöküntü ortamında, Türk Bağımsızlık Savaşı’na girişmesi, başkalarının sezemediği gerçekçiliğine dayanır, hayalciliğe değil. Atatürk, bazı yazarların “Kuzum Mustafa, sen deli misin?” diyecek kadar kendisini hafife aldıkları o bunalımlı dönemde, gölgelerinden bile ürkülen Büyük Devletler’in hükümetlerini değil, kamuoylarını değerlendiriyor ve savaş yorgunu o kitlelerin, kendileri için hayatî derecede önemli bir durum olmadıkça, yerlerinden kıpırdamayacaklarını seziyordu. Atatürk’ü müstesna kılan da bu sezgi gücü, bu ileri görüşlülüktür.

Evet, Atatürk, tam bir gerçekçi idi. Fakat, hemen belirtmeliyim: Kendisi, olumsuz gerçekler karşısında asla yılgınlığa kapılmaz; aksine, iradesi daha da bilenir ve gerçek duruma çözüm bulma yolunda en uygun ve kararlı bir tutuma yönelirdi. Bu önemli noktayı bir örnekle aydınlatmayı yararlı görüyorum. Bağımsızlık Savaşı’mızda “Direnme (yıpratma) Safhası”nı oluşturan 1921 yılında, Türk Batı Cephesi Kuvvetleri, 8-23 Temmuz 1921 günlerinde cereyan eden Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sırasında, Eskişehir doğusuna çekilmek zorunda kalır. Beliren bu kritik durum üzerine, 19 Temmuz 1921’de savaş alanına gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, durumu yakından inceledikten sonra, ordunun Sakarya Nehri gerisine çekilmesi emrini verir. Bu, gerçekten, cüretli bir karardır. Çünkü; esasen Kütahya-Eskişehir Muharebeleri yenilgisi ve Kütahya, Afyon, Eskişehir gibi önemli yerleşme merkezlerinin kaybedilmesi, ülkede moral gücü sarsmıştır. Şimdi de, Eskişehir doğusu bölgesinde Sakarya kesimine kadar 100-150 km. çekilmekle, geniş bir yurt parçası daha, bile bile düşmana bırakılmış oluyordu. Bunun doğal sonucu olarak, ordunun ve halkın morali daha da bozulabilirdi. Fakat; fiziksel ve ruhsal cesareti kadar, gerçekçi bir karakter sahibi de olan Mustafa Kemal Atatürk, “... askerliğin icaplarına uyalım...” demiş ve bu cüretli kararı vermiştir. Aslında bu karar, gerçekçi ve ileri görüşlü bir komutanın, askerî dehası örneklerle kanıtlanmış bir önderin sağlam durum muhakemesine dayanıyordu. Ata’mızın bu durum muhakemesindeki değerlendirmesi, eminim, askerlik tarihimizde eşsiz bir örnek teşkil eder. Nitekim, Bağımsızlık Savaşı’mızın hayati önemde bir dönüm noktasını oluşturan Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül)’nin başarı ile sonuçlanması, Atatürk’ün kararının doğruluğunu kanıtlar.

Olumsuz durumlarda sükûnet ve itidalini kaybetmeyen Atatürk, zafer sırasında da kişisel kontrolünü yitirecek bir lider değildir: Çünkü, gerçekçiliği, gereğinden fazla coşkuya kapılarak, sağduyudan uzaklaşmasına engeldir. Bu hususu da bir örnekle vurgulamak isterim: Bağımsızlık Savaşı’mızın “Kesin Sonuçlu Safhası”nı oluşturan 1922 yılında, 30 Ağustos Başkumandan Meydan Muharebesi’ni zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal Paşa, takip harekâtı sırasında (31 Ağustos-18 Eylül), Çanakkale Boğazı kesimini tutmakta olan ve Türk Ordusu ile ciddi bir çatışmaya hiç de istekli görünmeyen, ama durumu kurtarmaya çalışmaktan da geri kalmayan İngiliz Kuvvetleri ile çarpışmayı göze alarak, daha sert bir tutum izleyebilirdi. Öyle yapmadı. Sadece, boğazlar doğrultusunda ileri harekete devam ederek, gücünü göstermekle yetindi ve ilk uzlaşma eğilimini gördüğü zaman, ordularını durdurdu. Çünkü; asıl savaşı, Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kazanmıştı. Amacı, artık, yeni savaşlar peşinde koşmak değil; barışı, “ülkeye uygarlık, kalkınma ve çağdaşlaşma sağlayacak barışı” kazanmaktı, kazandı da... Atatürk’ün bu tutumunda, gerçekçi ve caydırıcı bir strateji izleyen devlet adamının hâkim kişiliği göze çarpar. Bu hâkim kişiliği, tanınmış İngiliz tarihçi Bemard Lewis’in şu değerlendirmesinde belirgin şekilde görebiliriz. “... (Lozan Antlaşması ile) Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın yenilmiş devletleri arasında tek olarak, kendi perişanlığından ayağa kalkmayı başardı ve galipler tarafından kendisine dikte edilen barışı reddederek, kendi şartlarının kabulünü sağladı... Askerî savaş kazanılmıştı. Milliyetçiler’in siyasal programı başarılmış, uluslararası bir antlaşma ile kabul edilmişti. Bundan sonra ne yapmalı idi? Mustafa Kemal, gerçek büyüklüğünü, işte bu soruya verdiği cevapta göstermiştir. Bu nokta, Türk gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki bir karşılaştırmasında iyi belirtilmiştir: “Enver’in niteliği cüret, Mustafa Kemal’in niteliği ise uzak görüşlülüktü. Mustafa Kemal, 1914’te, Harbiye Nazırı olsaydı, Devlet’i I. Dünya Savaşı’na sokmazdı. 1922’de Enver Paşa İzmir’e girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üstüne yürür, kazanılanı da kaybederdi”. 1923’te, bir komutanı daha çok şan ve şeref aramaya itebilecek veya bir milliyetçi liderde yeni ihtiraslar uyandırabilecek birçok fırsat mevcuttu. O, bunların hepsini reddetti ve kahramanlar arasında pek az görülen gerçekçilik, kendini tutabilme ve ılımlılık ile bu çeşit gereksiz maceralara karşı halkını uyardı...”.

Atatürk’ün gerçekçiliği ile ilgili olarak, bir başka İngiliz yazar da benzer görüşler taşıyor. Ülkemizde sekiz yılı aşkın bir süre yaşayarak bizi oldukça yakından tanıma fırsatını bulmuş olan gazeteci-yazar David Hotham’a göre;



“... Bütün milletlerin büyük adamları vardır fakat; Atatürk’ün eşsiz kişiliğine benzer bir varlığın başka bir yerde bulunduğundan kuşkuluyum. O, Ebedî Önder’dir... 


Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sonundaki karmaşık ortama tam zamanında müdahale eden bir devdi ve Türkiye’nin alınyazısını tam anlamıyla değiştirdi... Morali bozulmuş ve parçalanmış ülkesine bağımsızlık ve gururunu yeniden kazandıracak şekilde, askerî yenilgiyi zafere dönüştürdü. Temelde başarılı bir komutandı. Sonraları giriştiği bütün hareketler başarıya ulaştı. Çünkü; ordu bütünü ile arkasında idi... (Atatürk) toprak işgal etmek veya diğer ülkelere saldırmak gibi hiçbir girişimde bulunmadı. İstanbul’u ve Boğazları da kapsayacak şekilde Türkiye’nin yeni sınırlarını tespit ettikten sonra, bununla yetindi. Bu bakımdan, erişilmez bir gerçekçi idi...”. 

Atatürk, hiçbir zaman hayalci olmamış, hayal peşinde koşmamıştır. Bununla beraber, sağlam kararlara varabilmek için, durum değerlendirmelerinde her ihtimal üzerinde dururdu; bu da hayalen zengin olmayı gerektirir.

Ata’mız, “hayatın gerçekleri”ne tutkundur; şu sözleri bunu kanıtlar “... Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”. 




Kaynak: Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,sayı 4,Kasım 1985 





Emre Öncü' nün facebook daki paylaşımından.







19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun.




<:))



Hiç yorum yok: